
Önsöz
Bakü tren istasyonu, 2028
Orient Ekspresi’nin tekrar raylara oturduğu gün Bakü’de sıcak asfalt, deniz meltemi ve belli belirsiz bir şenlik kokusu vardı; sanki şehir olan bitene tam olarak inanmıyordu.
Sabahleyin Sophia, acelesi olduğu için değil, hafızası ona bunu söylediği için, neredeyse şafak vakti erkenden uyandı. Rüzgâr, stüdyosunun beyaz perdelerini zar zor kıpırdatıyor, altın rengi ışık şeritleri, boya kutuları ve rulo yapılmış tuvallerin arasından zemine süzülüyor, elinde sert siyah kahveyle bir sandalyede oturuyordu ve avuçlarında hâlâ pigmentler vardı — çivit mavisi, toprak rengi, kadmiyum sarısı.
Yemek masasında bir albüm duruyordu. Tam da aynısı, Eloise Albümü. Kumaş kaplı, sırtında yıpranmış altın harflerle neredeyse mütevazı görünüyordu. Ama içinde, suluboyaların müzik dizeleri arasında aktığı, Fransızca sözcüklerin imgelere dönüştüğü sayfalar vardı: eldivenli ince eller, Paris çatı katı pencereleri, oryantal bir cömertlikle resmedilmiş pazar manzaraları.
Sophia ona «büyükanne» demekten hoşlanmazdı. Bu kelime, bir zamanlar peçeli şapkalar takan, akşamları Fransız aşk şarkıları söyleyen ve saygın bir şekilde servis edilirse her çayın bir törene dönüşebileceğini iddia eden bir kadın için fazla tanıdık geliyordu. Eloise, biraz teatral ama gerçek, zamansız bir kadındı.
«Bugün senin günün,» diye fısıldadı Sofia, parmağıyla albüm kapağını okşayarak.
İstasyon kalabalıktı ama şaşırtıcı derecede sessizdi. İnsanlar sanki bir müzedeymiş gibi yavaş yavaş yürüyorlardı. Kimsenin acelesi yoktu; herkes sıradan bir geziden daha büyük bir şeye katıldığını hissediyor gibiydi.
Platformun üzerindeki poster eski tarzda tasarlanmıştı: monogramlar, kıvrımlı yazı tipi, altın rengi kenarlık.
«Doğu Treni: Bakü — Tahran — İstanbul — Paris» — diye duyurdu.
Ve onun altında bir tren duruyordu. Orient Ekspresi.
Tam bir kopyası değil, modern bir uyarlaması da değil — ama tam olarak o. Sanki biri zamanın katmanlarını ayırıp geçmişten pirinç kulplu, buzlu camların ardındaki yumuşak ışık ve eski ahşabın zar zor duyulabilen gıcırtısıyla bu koyu mavi arabayı çekip çıkarmış gibi. Etraftaki hava bile farklıydı — bir tutam makine yağı ve eski kadife.
Sofia platformda yavaşça, neredeyse ciddi bir tavırla yürüyordu. Elinde fırçalar ve eskiz defterleriyle dolu deri bir çanta, omzunda ince bir yağmurluk, boynunda ise zambak şeklinde bir broş vardı. Eloise’in bir zamanlar Paris’te taktığı broşun aynısıydı bu.
— Sırtını dik tut. — Hafızadan bir ses. — Acı karşısında bile kamburlaşma.
Sofia derin bir nefes aldı, doğruldu ve gülümsedi. Tren orada bir anıt gibi duruyordu. Ya da bir kapı gibi.
İçerisi sessizdi. Sıcaktı. Koltuk döşemeleri zaman kokuyordu — toz değil, küf değil, amazaman: Eski bir tiyatro, kütüphane veya posta kutusunun kokusu nasıldı? Bölmenin geniş olduğu ortaya çıktı. Eski ceket askıları. Pencerede pirinç kulp. Yastıkta nakış.
Albümü pencere kenarındaki masaya koydu. Oturdu. Ve ancak o zaman gözlerini kapatmaya izin verdi.
Hışırtı. Ses.
«Yine de üstünde oturdun değil mi? İnatçı küçük şey.» — yakındaki birisi fısıldıyor gibiydi.
Sofia irkilmedi. Biliyordu: Bu bir hayalet değildi. Bu bir anıydı — kesin, berrak, sıcak. Her zaman kritik anlarda ortaya çıkar. Yok olmayan, sadece biçim değiştiren sevginin gücü.
Albümü rastgele açtı. Sayfada küçük bir sahne vardı: Bavullu bir kız, gece, Paris, bir tren istasyonu. Yazı: «Seçmek yaşamaktır.»
Tren hafifçe sarsıldı. Sofia pencereden dışarı baktı: Bakü gerilemeye başlıyordu. Gri binalar, altın minareler, büyükannesiyle badem ve safran almaya gittiği sokaklar. Deniz kenarındaki bir çayevinde oturdukları ve Eloise’in bu şehre -neredeyse tesadüfen- nasıl aşık olduğunu anlattığı yer.
Sayfaların hışırtısı. Tekerleklerin sesi. Güneşin cama vuran ışığı.
Yolculuk başladı.
Sofia pencereyi sonuna kadar değil, sadece bir avuç kadar açtı. Sokaktan esen rüzgar, sıcak, tozlu, ılık eylül kokulu kompartımana hemen nüfuz etti. Uzaklarda bir yerlerde şehrin sesleri duyuluyordu: bir martının çığlığı, bir tramvayın zili, oynayan bir çocuğun sesi. Tüm bunlar yavaş yavaş kayboldu. Tren, sanki tereddütle, çabalayarak, sanki Sofia gibi önemli bir şeye veda ediyormuş gibi hareket etmeye başladı.
Albüme tekrar baktı. Sayfalarca farklı dillerde çizimler, notlar, satırlar. Bazılarını ezbere biliyordu. Bazılarını ise sanki ilk kez okuyormuş gibi. Büyükannesinin sözleri genellikle böyleydi: Kağıda sinen suluboyalar gibi, katmanlar halinde ortaya çıkıyorlardı.
Sayfalardan birinde suluboya bir yüz var: Kadınsı, nazik, hafif oryantal profilli ve ışık dolu gözlü. İmza yok. Sadece yan tarafta küçük bir yazı var:
«Farklı bakmayı öğrendim. Sonra dünya bana bakmaya başladı.»
Sofia, çizimin kenarına parmağıyla dokundu. Bilinmeyen bir yüz. Yoksa unutulmuş mu? Rahatsız edici bir yanı vardı. Bir portre gibi değil, bir anı gibi resmedilmişti; sanki yağmurdaymış gibi hafifçe bulanık.
«Sen kimdin?» diye sordu Sofia, gözlerini yüzden ayırmadan sessizce.
Tren hızlandı. Şehrin dış mahalleleri pencereden hızla geçti: depolar, atölyeler, yalnız ağaçlar. Sonra daha fazla alan. Uzakta tepeler. Hava daha temiz, daha keskin, daha hafif oldu.
Sofia pencereye daha yakın oturdu ve çantasından küçük bir defter çıkardı — kendi defteri. Eloise’in albümü değil, kendi sakladığı. Şimdilik neredeyse boş. Sadece birkaç eskiz ve ilk sayfada tek bir cümle:
«Sessizlikle başla. O yolu bilir.»
Sesi içeriden gelen bir müzik gibiydi — büyükannesinin değil, kendi sesinin. Ama belki de bir yerlerde yolları kesişmişti.
Kalemi alıp çizmeye başladı.
Önce bölme penceresi. Sonra camda bir ışık yansıması. Sonra karşımda oturan bir kadının yarı saydam silüeti. Bir gülümseme. Bir şapka. Gözyaşlarına aşina bir profil. Eloise.
Hayır, hayalet değil. Sophia’nın sonunda dinlediği bir anı sadece.
«Daha iyisini yaptın,» diye fısıldadı, kağıttan başını kaldırmadan.
Ama Eloise hayalinde başını sallıyor.
«Hayır canım. Henüz tam olarak başlamadın.»
Tren onu batıya götürüyordu. Gerçekliğin tarihe, tarihin de kişiselliğe dönüştüğü bir yere. Sophia, ilk kez büyükannesinin yoluna gerçekten girmiş gibiydi. Bir gözlemci, bir mirasçı olarak değil. Bir rehber olarak.
Albümün sayfaları arasında, notaların ve suluboyaların arasında, artık sefere çıkmaması gereken o trende, asıl hikaye başladı.
Orient Ekspresi’nin hareket etmesinin üzerinden belki sadece birkaç dakika geçmişti, ama zaman, trenlerde olduğu gibi, hemen alışılmış biçimini yitirmişti: Dakikalar, tekerleklerin ölçülü ritminde eriyor, saniyeler kompartımanın döşemesindeki gölgelerin hareketiyle karışıyordu ve Sofya, pencerenin yanında oturup, sanki geçmişin nabzını, bir kat kağıt ve boyanın altında hissetmek istercesine, albümün pürüzsüz, hafif yıpranmış kumaşını parmaklarıyla okşayarak ne kadar zamandır oturduğunu artık tam olarak bilmiyordu.
Dışarıda şehir yavaş yavaş geri çekiliyordu. Önce eski evlerin duvarları, tozlu balkonlar, rüzgârda uçuşan ketenler, çatıların üzerindeki gri-beyaz martılar göz kırpıyordu; sonra, tren ilerledikçe çevredeki gerçeklik daha da şeffaflaşıyordu: ufuklar genişliyor, Sofya ile dünya arasındaki cam bir engel değil, geçmişin bugüne sızmaya başladığı bir mercek haline geliyordu.
Kompartıman sıcak, neredeyse ev gibiydi ve bu rahatlık bile özenle korunmuş bir efsanenin parçası gibiydi; sanki vagon sadece yolcular için değil, hikâyeler için de bir konteyner olmayı hatırlamış ve şimdi yavaşça açılarak yeni bir kadın kahramanı içeri alıyordu. Pencerenin altındaki masa sallanıyor, bacakları hafifçe tıkırdıyordu. Üzerinde bir albüm vardı ve Sofia tekrar açtı, ama bu sefer mekanik bir şekilde değil, geçmişe duyduğu kibar bir özlemden değil, çocukluktan tanıdık bir melodinin çalmaya başlayacağını bilen bir çocuğun eski bir müzik kutusunun kapağını kaldırdığı o özel coşkuyla.
Sayfa, daha önce yüzlerce kez gördüğü bir sahneye açıldı, ama şimdi, trenin hareketinde, titrek ışıkta, farklı geliyordu. Paris. Yağmurlu, sulu boya grisi bir gökyüzü, sokak lambalarından gelen ışık lekeleri, şemsiye silüetleri, ıslak asfaltta topuk izleri. Bu titrek, neredeyse bulanık sahnenin ortasında, katı ama zarif giyinmiş genç bir kadın figürü: kemerli koyu renk bir palto, altından açık renk saç bukleleri çıkan bir şapka ve elinde bir bavul.
Diğer sayfaların çoğu gibi imzalanmamıştı. Ama Sophia biliyordu; tıpkı çocukluğun kokusunu, sevilen birinin sesini, dünyada yalnızca bir kişinin bir fincan tabağına fincan koymasını bildiği gibi biliyordu; o Eloise’di.
Uzun süre çizime baktı, çizgileri değil, içlerine işlenen duyguları özümsedi. Eloise gibi bir sanatçı, kağıda sadece ışık-gölge değil, kendi nefesinin bir izini, çizgilerde ve fırça darbelerinde donup kalan duyguları bırakmıştı. Büyükannesinin durduğu sokak, sanki kendi kararını bekliyordu. Sanki bir saniye içinde bir adım atıp kaderini değiştirecekti. Ve kağıda yansıyan bu an, rastgele bir taslak değil, daha sonra bütün bir hayatın yeşereceği içsel bir dönüm noktasıydı.
Sophia, parmak ucuyla deseni bavulun kenarından yağmur çizgisine kadar takip etti. Bir cevap aramıyordu, hissediyordu: Eloise’in durduğu nokta yolculuğun başlangıcıydı, kırılgan bir kesinliğin ilk kez ortaya çıktığı andı: her şeyin yoluna gireceği değil, hayatın değişmesi gerektiği, aksi takdirde hayat olmaktan çıkacağı.
Tren biraz daha sert sallandı ve penceredeki cam sallandı. Bakü artık camın ardında değildi. Modernlik de öyle. Dışarıda, neredeyse sessiz, sisli bir ova uzanıyordu; sanki doğanın kendisi donmuş, hikâyenin başlangıcını bekliyordu. Sophia sandalyesine yaslandı, ellerini sanki bir dua kitabıymış gibi albüme koydu ve gözlerini açmadan hafızasının -ya da belki de hayal gücünün- Eloise’in sesiyle konuşmasına izin verdi.
Kulağıma gelen bir ses değildi, apaçık bir çağrı değildi, çok daha mahrem bir şeydi: imgelerin, seslerin, duyumların içsel bir akışı. Parfüm kokusu gibi ağırlıksız, uzaktan gelen bir çello sesi gibi incelikli.
— Elimde bir bavul ve aniden çok küçük gelen bir dünyayla istasyonda duruyordum. Paris bana, güzel ama ölü şeylerle dolu, havasız bir kutu gibi geliyordu. Birini terk etmiyordum. Kendime gidiyordum…
Sophia, bu sözleri albümde mi, kalbinde mi yoksa tekerleklerin ritminde mi duyduğunu bilmiyordu. Ama trenle, yolla, kendi nefesiyle bütünleşiyorlardı. Ve bu hareket dolu sessizlikte, Eloise’in hikâyesi başladı; mektuplarda anlatılan bir hikâye, bir aile efsanesi değil, Sophia’nın artık sadece tanığı değil, aynı zamanda katılımcısı olduğu gerçek bir anı olarak.
Trenin sesi, metal sürtünmesinin bir senfonisi, rayların birleşim yerlerinde hafif bir ıslık, her sarsıntının vagonun kalp atışına dönüştüğü ritmik bir ritimdi. Dışarıda manzara, birinin fırçayla üzerinden geçtiği bir yağlı boya tablo gibi bulanıklaşmıştı ve ufuk artık çizgilere -gök ve yer, yol ve çimen- bölünmüş değil, anlaşılması gerekmeyen, sadece özümsenmesi gereken akıcı bir renk ritmine dönüşmüştü.
Sofia hareketsiz oturuyor, bedeninin sandalyede erimesine izin veriyordu, sanki artık desteğe ihtiyacı yokmuş gibi. Avuçlarının altında, sanki kağıt değilmiş gibi, canlı, ellerin anısının üzerinde kaldığı bir tuval gibi, hafif pürüzlü bir albüm kumaşı vardı. Yanında, unutulmuş, soğumuş ama hâlâ kara yaprak ve mis gibi nane kokusu taşıyan bir bardak çay duruyordu. Pencere pervazının metali güneşten ısınmıştı ve yansımasında sallanıyordu; bir güneş lekesi hızla bir duvardan diğerine yayılıyor, arabanın sallanmasını tekrarlıyor, nefesini takip ediyordu.
Tren kendi hayatını yaşıyordu. Sadece taşımıyordu. Yol gösteriyordu.
Rayların titreşimi ilk başta dışarıdan geliyordu — bir ses, bir sarsıntı, bir arka plan gürültüsü gibi, ama yavaş yavaş içeriye nüfuz etti, düşüncelerin ritmi haline geldi, zamanın yapısının ta kendisini ele geçirdi. Tekerlekler öylece dönmüyordu. Hatırlanıyordu. Metalin her dönüşüyle, geçmişten bir şey, eski bir evin zemininin altından toz gibi yükseliyordu ve Sofia bunu neredeyse fiziksel olarak hissediyordu — teninin altında, köprücük kemiklerinde, parmaklarının arasında.
Albüme baktı. Sayfalar, kalın kağıtlarına rağmen kuru yapraklar gibi hışırdıyordu. Birinde eski guaj kokusu, kenarında neredeyse görünmez renkli bir parmak izi vardı. Diğerinde suluboya vardı: Kalabalıkta şemsiye taşıyan bir figür, grafiti bir sokaktaki ışık noktası gibi. Daha ileride, sanki büyükanne sesleri değil, aralarındaki duraklamaları resmetmiş gibi, kesik kesik, ani müzik cümlelerinin yarı tonlu eskizleri vardı.
Tek bir sayfa bile boş değildi. Tek bir çizgi, tek bir damla boya olmasa bile, kağıtta hâlâ bir iz vardı. Ve Sofia bunu hissediyordu. Çizimlerin yanında büyükannesinin notları vardı: Fransızca satırlar, yarı silinmiş alıntılar, bazen çok kısa — «Sessizlik de bir seçimdir», «Gözlerinle bak ama nefes almayı unutma.»
Gözlerini kapattı. Yorgunluktan değil, ses ışıktan daha netleştiği için. Vagonun bir yerlerinde, kavşakta bir kapı gıcırdadı. Koridorda biri yürüyordu — topuklu ayakkabı giymeye alışık olmayan birinin yumuşak adımları gibi. Yine de — sadece tren.
Ritim yoğunlaştı. Sadece ses çıkarmıyordu, şarkı söylüyordu. Bir melodi değildi. Bir haldi: demir, toz, uzaktaki bir martı, sıcak döşemeler ve kendi nefesinin bir karışımı. Ve sonra, aniden ve zahmetsizce, kendi hafızası olmayan bir anı geldi.
Paris asfaltında yağmur kokusu. İçten hafif nemli eldiven derisi. Tren istasyonundan gelen, kömür ve kalabalıkta birinin kokladığı pahalı kolonya kokusunu taşıyan bir esinti. Yukarıdan gelen, gür, bozuk ama belirgin bir vurguya sahip bir anons. Önde aceleyle yürüyen bir kadın silüeti. Elinde ağır, rahatsız ve eski bir bavul. Kalkışa bir dakika.
Sofia neredeyse yüksek sesle fısıldadı:
— Paris?
Ama bu bir soru değildi. Açılan bir kapıydı.
Bölüm 1: PARİS, 1934. Kabare ve Savaşın Gölgeleri
1934 sonbaharında Paris, varoluşun kolaylığına kendini inandırmaya çalışıyor gibiydi. Sabah gazeteleri tiyatro posterleri, gösterişli parfüm reklamları ve silahlardan ziyade ünlülerin adını taşıyan manşetlerle doluydu. Sokaklarda insanlar koltuk altlarında kitaplarla, kahverengi evrak çantalarıyla, pahalı kesimlerindeki zar zor fark edilen kusurları örten yağmurluklarla hızlı ve şık bir şekilde yürüyorlardı. Belli bir gösterişli bakım, sıradanlığı bozuyordu — sanki şehrin kendisi, yaşlı bir kadın gibi, etrafındakilerin eski yaralarını koklamamasını umarak çok fazla parfüm kullanıyormuş gibi.
Akşam ilerledikçe her şey değişmeye başladı; ritim, ses ve renk. Güneş, sahneyi bitirmek için acele etmeyen yaşlı bir aktörün zarafetiyle yavaşça battı ve Paris, özellikle Seine Nehri’nin güneyindeki bölgeler, ışığın aydınlatmaktan çok okşadığı o özel yumuşaklığa kavuştu. Evlerin cepheleri kadifemsi bir yumuşaklığa büründü ve kaldırımlar, sanki biri kaldırıma değerli bir toz serpmiş gibi, sokak lambalarının altın sarısı lekelerini yansıttı.
Ana caddelerde, kafeler yavaş yavaş dolmaya başladı, masalar kaldırıma dökülen bir bardaktan dökülen su gibi taştı ve her pencerede vaatler ışıldamaya başladı: kahkaha, hafiflik, bir damla nar şurubu damlatılmış şampanya kadehleri, ipek elbiselerin hışırtısı, rugan ayakkabıların parke zemine değmesi, tütün ve kestane kokuları, havada bir geminin izi gibi asılı kalan hafif kadın parfümü kokusu.
Montparnasse’ın kuzeyinde, kaynayan Montmartre’ın kıyısına yakın bir kabarede, dansçılar çoktan bir numarayı prova ediyorlardı. Uzun, düzgün ve eğitimli bacakları, artık şansa yer bırakmayan, kusursuz bir ritimle hareket ediyordu. Her şey bir mekanizmaya indirgenmişti: bir gülümseme, bir adım, bir baş hareketi. Fakat bu mekanizmanın ardında korku vardı. Sahneden görünmüyordu ama oradaydı: Kızlardan birinin sahne arkasında sık sık sigara içip titreyen parmaklarıyla sigarayı dudaklarına götürmesinde veya kabare müdürünün kalabalık salonun üzerinde gözlerini gezdirirken, mekan sahibiyle bakışmasında.
Akşam Paris’i güzeldi, ama güzelliği bize giderek dikişlerini hatırlatıyordu. Kadehlerin ve müziğin şıkırtısı, kahkahalar ve alkışlar arasında, kaygı atmosferin en ince katmanına sızıyordu — çığlık atan türden değil, içeriden fısıldayan türden. Askerlerin cepheden kolsuz, bacaksız, sessiz döndüğü o apartmanlardaki fısıltılar. Pencerelerde refah posterlerinin, içerideki boş masaların yanında durduğu o mahallelerde. Komşuların üzerinde çok uzun süre asılı kalan o bakışlarda — tahmin etmeye çalışırken: Kimin içindin? Neyi tanıyorsun? Kimi seviyordun?
Sokaklar arasında esen rüzgâr, Bois de Boulogne ağaçlarından sadece yaprakları değil, aynı zamanda bitmemiş bir şeyin yankılarını da getiriyordu. Paris’in çoktan bittiğini sandığı savaş bitmemişti; hava değişene kadar geçmeyecekmiş gibi görünen bir kemik ağrısı gibi, öylece pusuda bekliyordu.
Ve yine de hayat devam etti. İnsanlar istiridye yediler, Breton ve Arago hakkında tartıştılar, flört ettiler, Almanya’dan gelen haberleri tartıştılar, şarap mahzenlerinde büyükbabalarının söylediği şarkıları söylediler. Kızlar ince belli ve dantel yakalı elbiseler giydiler, erkekler zarafetle çıkardıkları keçe şapkalar taktılar. Herkes Paris’in hâlâ dünyanın merkezi olduğunu iddia ediyordu. Öyleydi de. Ama dünyanın değil, geçişin merkeziydi. Yeni bir çağın eşiğinde duruyordu, kapının arkasından kapanıp kapanmayacağını yoksa rüzgarla uçup gideceğini bilmiyordu.
Rue Bonnel’in köşesinde, bir fırınla ikinci el dükkanı arasında, üç katlı, zamanla lekelenmiş gri bir cephesi, ince dökme demir balkonlu pencereleri ve serin günlerde bile solmuş sardunya saksılarının asılı olduğu pencereleri olan bir ev vardı. Dışarıdan bakıldığında, bölgedeki onlarca benzer eve benziyordu: müreffeh, biraz yorgun, gösterişsiz. Ama ikinci katın pencerelerinin ardında, yüksek tavanlı, geniş çift kanatlı kapıları ve oymalı çerçevelerdeki çatlak aynalarıyla bir apartman dairesinde, bir zamanlar Latin Mahallesi’ndeki müzik salonları ve sanat stüdyolarının çevresinde adı yankılanan ama artık havada asılı kalan ama artık yayılmayan parfüm kokusu gibi giderek daha az anılan bir kız yaşıyordu.
Eloise de Montel, günümüzde «Erotik» olarak adlandırılan dönemde doğdu. Güzel, kendisi de bu kelimeye her zaman temkinli, neredeyse alaycı bir şekilde yaklaşsa da. Belle Époque gerçeklerden çok uzaktı — ipekle doluydu ama havası azdı. Piyanistlik eğitimi aldı, kadınların yalnızca Salı günleri ve yalnızca yaşlı bir erkek eşliğinde girebildiği stüdyolarda resim çalıştı ve diğer kadınların eldiven taktığı kadar rahat bir şekilde üç dil konuştu.
Artık yirmi bir yaşındaydı ve yıllar, notalar gibi, belirgin bir notaya dönüşüyordu; belirli iniş çıkışlar olmaksızın, ama giderek artan bir iç uyumsuzlukla, ki bunu kendisinden bile ustalıkla gizliyordu.
Eloise’in sabahları hep aynı şekilde başlardı, sanki bir anlam provasıymış gibi. Önce pencere. Panjurları aç, sokağı kokla. Geçen bir at arabasının veya ekmek kamyonunun sesi, bir dükkânın zili, bir gazete satıcısının ağlaması, nemli kaldırım taşlarının kokusu. Sonra çay. İngiliz çayı, sert, sütlü, kulpu çatlak ama yine de sevilen ince bir fincanda. Kahvaltı — yumuşak peynir, bir elma, ince bir dilim ekmek. Ne eksik, ne fazla.
Kahvaltıdan sonra — albüm için bir saat.
Albüm onun gizli günlüğü, uzantısı, kişisel arşiviydi; kelimeler, sesler ve renkler kuralsızca iç içe geçiyordu. Bazı sayfalar yoğun çizimlerle doluydu: sokaktaki insanlar, metro vagonlarındaki yüzler, Lüksemburg Bahçeleri’nde satranç oynayan adamların silüetleri. Diğerleri suluboyalarla doluydu; hafif, neredeyse havadar, bir rüyanın anıları gibi, notaların arasından parladığı — Chopin’in şafak vakti nasıl duyulduğunu hatırlayan bir elin yazdığı piyano parçalarından parçalar. Bazen çizimlerin arasında satırlar parlıyordu — Fransızca, İngilizce, hatta Latince. Alıntılar değil, aforizmalar değil — düşünceler, sessiz, neredeyse mahrem.«Her akorun bir gölgesi vardır», «Renk yalan söyleyemez», «Hiçbir şey öğretilemez, sadece gösterilebilir.»
Bu albümde gerçeği söyledi. Dünyanın geri kalanında gülümsedi, öğretti, kibardı, nazikti, uygundu.
Albümden sonra her sabah okula gitmek için giyinirdi. Kibirle değil, vakarla. Kıyafetleri hem sade hem de özgürdü: soluk renkler, uzun kollu, şeklini iyi koruyan ama hareketlerini kısıtlamayan kumaşlar. Boynunda annesinin, neredeyse görünmez, minik bir zümrüt taşlı broşu vardı. Saçları düzgün bir topuzda toplanmıştı. Dudakları hafifçe boyanmıştı. Güzel olmaya çalışmıyordu. Zarifti. Her hareketinde bir netlik vardı. Yürüyüşünde bir duraklama, bakışlarında bir beklenti vardı.
Eloise’in dairesi onun zevkinin izlerini taşıyordu. Yerler parkeydi. Duvarlar soluk griye boyanmış, yer yer soyulmuştu. Dairenin her yerinde tablolar vardı: eski ustaların kopyaları, kendi eserleri, biri de bir öğrencisinin hediyesi. Piyanonun altın kenarlı mavi kadife bir örtüsü vardı. Eskisinden daha az çalınıyordu ama Eloise hâlâ çalıyordu. Çoğunlukla kendisi için. Asla misafirler için değil. Bir köşede notaların bulunduğu bir kitaplık, diğerinde suluboyalar ve fırçalarla dolu bir kutu vardı. Pencere kenarında boş bir vazo vardı.
Komşuları onu neredeyse hiç tanımıyordu. Elbette selam veriyorlardı. Bazen başlarını sallayarak, bazen de kibarca «matmazel» diyerek. Ama yüzüne bakmıyorlardı. O da şikayet etmiyordu.
Sessizliği severdi. Hiçbir şey talep etmeyen tek arkadaş olarak severdi. Terk edilmiş hissetmeden yalnız kalmayı bilirdi. Yine de, şehrin sessizleştiği ve pencerelerden gökyüzünün yansıdığı nadir akşamlarda, Eloise şöyle düşünürdü: İnsan böyle ne kadar yaşayabilir? Ne kadar süre «çerçevenin içinde», «formda», «kendi içinde» kalabilir?
Böyle akşamlarda, sanki kendine bir işaret arıyormuş gibi albümü rastgele açardı. Ve her seferinde bu işaret karşısına çıkardı. Bugün — istasyonda bavulu ve hareketsiz bakışlarıyla bir kız figürü. Yarın — bir çellonun telleri, şifre gibi sayılarla kaplı. Sonra — bir pencere. Sadece bir pencere. Gün batımı ona yansıyor.
Hayatı, müziği gibi, keskin karşıtlıklara ihtiyaç duymuyordu: İçinde sadelik, karmaşıklıkla iç içe geçmişti ve bu iki taraf, tuşlardaki iki el gibi, tartışmıyordu, birbirini tamamlıyordu ve Eloise’in şimdiki zamanı hissettiği uyumu yaratıyordu — başkasının, ödünç alınmış bir şey değil, sadece kendisinin.
Saint-Augustin özel okulunun dar koridoru cila, tebeşir ve yeni kumaş kokuyordu; Eloise’in uzun zaman önce bir tür maske olarak tanıdığı kokuların birleşimi. Buradaki her şey titizlikle temizlenmiş, ayarlanmış ve son santimetresine kadar düzenlenmişti: yeşil-griye boyanmış kapılardan, sınıflardaki pirinç numaralara, Fransızca ve Latince yaldızlı tabelalara kadar. Koridorda okul sahibinin bir portresi asılıydı: oval yüzlü, solgun, bıyıklı ve göğsünde bir el olan bir adam. Boşluğa, «Burada düzen var,» der gibi bir ifadeyle bakıyordu.
Öğrenciler genellikle koşmazlardı. Koşmaları açıkça yasaklanmamıştı, ancak tonlama, bakış ve sessiz beklentilerle eğitiliyorlardı. Ve eğer bir yerlerde aceleyle giden botların boğuk hışırtısı duyuluyorsa, ya mutfak kapısının arkasında ya da öğretmenin bakışının zorunlu sayılmadığı vestiyer bölümünde olurdu.
Eloise’in sınıfı birinci katın arka tarafında, biraz kenardaydı; sanki dersleri önemliymiş gibi ama gerçek ders programını aksatacak kadar da önemli değilmiş gibi. Oda aydınlıktı: Üç büyük pencere, çok az kişinin yürüdüğü iç bahçeye bakıyordu. Duvarlar, neredeyse hepsi düzenli, cilalı, ölçülü ama cüretkâr olmayan öğrenci çalışmalarıyla süslenmişti. Köşede, kapağındaki vernik kalkmış eski bir piyano vardı. Tuşlar parmaklarının altında hafifçe batıyordu. Sesi boğuktu ama akordu bozuk değildi.
Eloise, her zamanki gibi, tam saat dokuzda içeri girdi, kapıyı arkasından yavaşça kapattı, defterini masanın üzerine koydu ve tek kelime etmeden pencereye gidip panjurları açtı, sokağın ilk seslerini — kaldırım taşlarında bir arabanın çınlaması, uzaktan gelen bir satıcının sesi, bir sokak müzisyeninin akordunun çalınması — içine çekti. Sonra dönüp öğrencilere baktı.
Sınıf, zengin okullarında adet olduğu üzere küçüktü: on kişi, daha fazla değil. Yedi kız, üç erkek. Hepsi aynı üniformayı giymişti: beyaz gömlek, koyu renk yelek, kızlarda boyunda mavi kurdeleler, erkeklerde rugan ayakkabılar. Hepsinin sırtı dik, manşetleri düğmeli, yüzlerinde canlı bir ilgiden ziyade öğrenilmiş bir disiplin okunuyordu.
«Bugün,» diye söze başladı Eloise, vurguyu hafifçe ilk heceye kaydırarak, «perspektiften bahsetmeyeceğiz. Ve kopyalamayacağız. Bugün rengin nasıl konuştuğunu duymaya çalışacağız.»
Öğrencilerden bazıları yukarı baktı, diğerleri sıradan bir şey duyuyormuş gibi yaptı. Clement adında, incecik, neredeyse şeffaf yüzlü bir çocuk kalemini biraz daha sıkı kavradı. Heloise bunu fark etti. Böyle şeyleri her zaman fark ederdi: Bir çocuğun nefes alışını, elini sıkışını, pencereden dışarı bakışını. Çocuklar burada, bu okulda yetiştiriliyordu. Çalışkan, itaatkâr, yardımsever olmalarına izin veriliyordu — ama sert, tutkulu, samimi değillerdi. Atlar gibi eğitiliyorlardı — güzel, dengeli ve güvenli bir yürüyüşle.
Önlerine küçük reprodüksiyonlar serdi: Turner, Van Gogh, Bonnard, Delacroix’nın bir çizimi. Sistem yok, sadece his. Renk. Işık. Güç.
«Şunlara bak,» dedi, havadaki tozun ışığın arasından elenen un gibi parıldadığı pencereye doğru giderken. «Bu renklerin hiçbirinin adını bilmediğinizi düşünün. Mavi, kırmızı, sarı kelimelerini bilmiyordunuz. Nasıl sesler çıkarıyorlar? Tadı nasıl?»
Biri kıkırdadı. Biri gözlerini indirdi. Clement «Yıldızlı Gece"ye dikkatle baktı.
«Mösyö Van Gogh,» dedi aniden, kısık bir sesle, «mavisi sadece soğuk değil. Bir kuyu gibi. Derin ve korkutucu.»
Eloise ona dikkatle baktı. Başını eğdi, hafifçe başını salladı.
«Yaz,» dedi. «Ya da çiz. Ama sana öğretildiği gibi değil. Bugün, hissettiklerini kimseye açıklamak zorunda değilsin.
Yarım saat boyunca sınıfta özel bir sessizlik hüküm sürdü — sıkıcı değil, gergin değil, doğal. Kalemin kâğıt üzerindeki sesi, kâğıtların hışırtısı, nefes alış verişi, nadir bir öksürük. Eloise sıraların arasından geçmedi. Kontrol etmedi. Piyanonun yanında durdu, eli kapağında, sanki dinliyormuş gibi, düşünceler havada müzik gibi uçuşuyordu.
Çocuklardan biri sadece tek bir renkle, kırmızıyla resim çiziyordu. Koyu saçlı bir kız durmadan yazı yazıyordu. Biri gözlerini kapatıp sadece dinliyordu.
Küçük bir başarıydı ve bunu biliyordu. Duyguların var olma hakkının tanınmadığı bu kapalı, temizlenmiş dünyada, kırk beş dakikalığına küçük bir pencere açtı.
Dersin sonunda kağıtları topladı. Kontrol etmedi. Sadece düzgünce katlayıp bir dosyaya koydu.
— Ders bitti. Yarın görüşmek üzere.
Kimse alkışlamadı. Kimse «teşekkür ederim» demedi. Çocuklar sanki bir doktordan kaçıyormuş gibi dağıldılar: kimisi şaşkın, kimisi düşünceli, kimisi rahatlamıştı. Sadece yanından geçen Clement aniden durdu, yüzüne baktı ve sessizce şöyle dedi:
— Albümün… aynı, değil mi?
Eloise ona uzun uzun baktı. Sonra, sanki bir yetişkinmiş gibi, sessizce ve ciddi bir şekilde cevap verdi:
— Hayır. O daha korkutucu.
Sabah penceresinin soğuk ışığında geçen derslerden, notalardaki eşit gölgelerden ve çocuksu bir doğallıktan ziyade yetişkinliğin getirdiği kısıtlamaları yansıtan çocuksu bakışlardan sonra, Eloise eve dönmek için hiç acele etmiyordu. Yavaşça, sanki sokak gürültüsünde kaybolup gitmeye, ritmine uyup uymadığınızı hiç sormayan, ancak çalmayı bilenlere her zaman bir sahne sunan büyük şehrin bir parçası olmaya gidiyordu.
O akşam, benzer onlarcası gibi, herhangi bir dram veya ifşa vaat etmiyordu. Kıyafetleri gösterişten uzak, zevkle seçilmişti: yüksek yakalı koyu gri bir elbise, ince dikişli siyah bir ceket, ıslak asfalt renginde eldivenler ve saçında — bir toka, bir süs değil, bir elin, alışkanlıkla bir tutamı sıkı ve kusursuz bir düğüm haline getirme hareketi. Makyajı, bir mektubun sonundaki virgül gibi sadeydi: hafifçe kararmış göz kapakları, «nar dumanı» denen sıcak bir ruj tonu. Dikkat çekmeye çalışmıyordu, ama hiçbir moda el kitabının taklit edemeyeceği o ağırbaşlı inceliği — duruşundaki tavır, sessizliğin donuk asaleti — arkasında insanın duyulma hakkını hissettiği o ölçülü gücü taşıyordu. Sessizken bile, diğerlerinden daha çok bağırarak konuşuyordu.
Girdiği kafe, Raspail Bulvarı’ndaydı; en gürültülü, en şık olanı değildi ama her akşam görülmek isteyenlerin toplandığı yerdi. Oda uzun ve dardı; aynalar, lambaları, yüzleri ve sigara dumanını masaların üzerinde pitoresk bir şekilde yansıtıyordu. Garsonlar neredeyse sessizce hareket ediyorlardı; sanki aralarında ince bir zaman tabakası varmış, onları gerçeklikten ayırıyordu. Sahnede, mikrofona iyice sokulmuş bir kadın, çok fazla şarap ve çok az umut çağrıştıran bir sesle şarkı söylüyordu. Şarkısı çınlamıyor, uyandırmıyor, aksine, kıyılar arasında sürüklenen bir geminin yalpalaması gibi uyuşuyordu.
Yan masada bir çift vardı: Elinde gazete ve bastonla kırk yaşlarında bir adam, gümüş elbiseli bir kadın, gülümsemeyenlerden biri — belli ediyor. Biraz ileride — Eloise’in dün merdivenlerdeki konuşmalarda duyduğu derginin editörü. Köşede — yakasında boya lekesi olan, her zaman dağınık, gürültüye aşık bir sanatçı. Orada bulunanların hepsi, uzun zamandır alışkanlık haline gelmiş kurallara göre sıralanmış bir satranç tahtasındaki figürler gibiydi. Konuşuyor, gülüyor, tartışıyor, tartışıyorlardı — doğru tonlamalarla, kesin duraklamalarla, sanki akşamlarını prova ediyormuş gibi, ama yaşamıyormuş gibi.
Eloise çay sipariş etti. Şekersiz. Sadece şekline değil, derinliğine bakabilen birinin fark edebileceği bir çatlakla porselen bir çaydanlıkta. Kaşık ise olduğu gibi duruyordu. Dinledi — kelimelere değil, seslere: ahşap zeminde bir topuğun sesi; çakmak kapağının tıkırtısı; garsonun boş bir bardağı tepsiye koyması, canlı dünyada olması gerekenden biraz daha yavaş geliyordu. Her şey… yerli yerindeydi. Ve her şey — gerçek değildi.
Eloise, ait olmadığı bir sahnenin ortasındaydı. Sessizlikten rahatsız olduğu için değil, yargıladığı için değil, sahteliğin nerede başladığını ve nefesin nerede bittiğini gördüğü için. Müzik güzeldi ama ölüydü. Konuşma zarifti ama prova edilmişti. İnsanlar güzeldi ama kendilerinden bıkmışlardı.
Çayını içti. Peçeteye farkında olmadan bir çizim yaptı. Eli bir çizgi çizdi: bir pencere. Arkasında bir insan. Sadece gözler. Yüz yok. Sonra şu yazı eklendi:
«Toplum dediğiniz her şey, diğer insanların beklentilerinin bir mozaiğidir.»
Bu cümle kimseye söylenmemişti. Burada toplanan hiç kimseye. Hatta kendime bile. Öylece — çıkıverdi ağzımdan. Seyahat etmeyi düşündüğünüzde duyduğunuz tren sesi gibi.
Akşam, biçim uğruna yazılmış oyunların bittiği gibi sona erdi: tam da doğru zamanda, ama insanı ayağa kalkıp hatırlamaya iten son nota olmadan. Hesabı ödedi, yavaşça, arkasına bakmadan çıktı. Sokak nemliydi. İçin için yanan yaprakların ve ara sokaklardan birine dökülmüş şarap kokusu vardı. Gökyüzü bulutluydu ama henüz yağmur yağmamıştı.
Yalnız başına eve yürüyordu çünkü kalmak istemiyordu. İçinde, artık normal akşamların, asil derslerin, mütevazı bestelerin çerçevesine uymayan bir şey büyüyordu. Henüz nerede olduğunu bilmiyordu. Ama kesin olarak biliyordu: Biraz daha — ve alışılmış biçim artık kendi gerçeğine dayanamayacaktı.
Bölüm 2. Kavga ve Seçim
O yıl Paris’te Ekim ayı özellikle sertti; sanki erken gelen Eylül yağmurlarından bıkmış sonbahar, adını beklenmedik bir berraklık ve soğuklukla haklı çıkarmaya karar vermiş gibiydi. Sabah havası, dar bir açıyla gerilmiş ipek gibiydi: Işık, çatıların ve kaldırımların üzerinden süzülerek, şehir taştan yontulmuş değil de kurşun kalemle çizilmiş gibi ince, keskin gölgeler bırakıyordu. Sokaklardaki atlar buhar soluyordu ve Saint-Germain Bulvarı’nın köşesine yığılmış sokak gazetelerinde, kulağa korkutucu gelen isimler giderek daha sık yer alıyordu: Hitler, Almanya, Versay, intikam.
Place Denfert-Rochereau’dan köşedeki kafeye kadar neredeyse tüm yol boyunca sessizce yürüdüler. Çocukluklarından beri oraya gidiyorlardı. O zamanlar dondurma hakkında tartışıyorlardı ve pencere kenarındaki yer kimindi? Çocukluklarında her şey gürültülü, koşuşturmalı ve gözlerin yaşlarla dolu olduğu bir şekilde olurdu ama sonra her zaman bulvardaki bir ağacın altında son bulurdu — tek kelimeyle, bir palmiye, bir çikolata, bir kağıt parçasına yazılmış bir notla. Şimdi yetişkindiler. Raoul askeri bir üniforma giymişti: temiz, törensel ışıltısını henüz kaybetmemiş, koyu renkli bir palto ve elleri her zamanki gibi eldivenlerin içinde saklı. Eloise ise uzun bir atkıyla sardığı bir şal giymişti. Atkısını sanki rüzgârdan, ama gizlice, içten gelen bir şeyden, ne adlandırılabilen ne de dile getirilebilen bir şeyden, koruyormuş gibi yavaşça sarıyordu.
Uzun zamandır gerçek anlamda konuşmamışlardı. Adam sertleşmişti, kadın temkinli. Konuşmalar ayrıntılara, yüzeyselliğe indirgenmişti: gazeteler, sergiler, birinin ayrılışı, birinin nişanı. Haftalardır satır aralarında gerginlik vardı ve ikisi de bunun kendiliğinden çözülmeyeceğini biliyordu. Sadece şimdi bir fincan kahvenin onu kurtaramayacağı an gelmişti.
Hafta sonu olmasına rağmen kafe neredeyse boştu. Pencerelerin dışında insanlar, arabalar ve ara sıra düşen yağmur damlaları vardı; sanki biri yağmurun tadına bakıyormuş gibiydi. İçeride ılık bir hava, kahve çekirdeklerinin ve kimyonlu hamur işlerinin hafif bir aroması vardı. Masaları hâlâ aynıydı: pencere kenarında, sobaya daha yakın, her zaman biraz havasız ama rahat bir yerdi. Oturdular ve her zamanki gibi önce pencereden dışarı baktılar.
Sessizliği ilk bozan Raoul oldu. Sesi sakindi ama sanki bu dizeyi önceden prova etmiş gibi, fazla çalışılmış bir havası vardı.
— Dün bir toplantıdaydım. Eğitim merkezinde. Kaptanlardan biri, yeni bir seferberlik durumunda Fransa’nın üçte birine bile yetecek kadar rezervinin olmayacağını söyledi. Antlaşmalara inanmıyorlar. — Sırıttı, ama keyifsizce. — Hepimiz bunun farklı bir on yıl olduğunu iddia ediyoruz. Ama gerçekte, aynı girdap. Sadece daha derin.
Eloise dinledi. Sözünü kesmedi. Sadece hafifçe başını salladı, sanki onaylıyormuş gibi ama paylaşmıyormuş gibi. Ellerine baktı — güçlü, uzun parmaklı, bakımlı tırnaklı. Çocukluğundan beri bu elleri çok severdi: Dağınık parçaları toplama biçimleri, düşen bir kalemi tutma biçimleri, bir kitabın sayfalarını şıklatma biçimleri. Ama şimdi onlarda sadece güçten fazlası vardı — sertlik vardı.
«Bunu bana neden anlatıyorsun?» diye sordu sessizce. «Beni korkutmak için mi?»
Ona bakmadı. Sadece bir sigara çıkarıp yaktı — neredeyse mekanik bir şekilde, sanki emredilmiş gibi. Bir nefes çekti, dumanını yana doğru üfledi.
«Çünkü yaşıyorsun Eloise,» dedi yüksek sesle değil, ama her hecesi kaldırımda bir basamak gibi, «sanki savaş bir metaformuş gibi. Sanki olan her şey suluboyalarının fonuymuş gibi. Gerçekliğe sanki bitmemiş bir resimmiş gibi bakıyorsun. Ve birinin onu güzelce bitirmesini bekliyorsun.»
Döndü. İlk kez, doğrudan ona doğru. Ve sonra yüzünde sadece öfkeyi, sadece yorgunluğu değil, aynı zamanda acıyı da gördü. Gerçek, erkeksi, tanınmaz, gösterilemeyen bir morluk gibi.
«Ama böyle yaşayamazsın,» dedi. «Her şeyin çürüdüğünü görmüyor musun? Her şeyin dağıldığını? Hiçbir boyanın yanık kokusunu gizleyemeyeceğini?»
Eloise avucunu masaya koydu. Titremedi, kendini savunmadı. Ona, suda değil, kendi doğrularında boğulmaya başlayan bir adama bakar gibi baktı.
— Yıkımı inkâr etmiyorum Raoul. Ama içinde yaşamak istemiyorum. Saflığın tek çaresinin alaycılık olduğuna inanmıyorum. Güzelliği görmenin kör olmak anlamına geldiğine inanmıyorum. Sadece önceden nefret etmek istemiyorum.
Aşağı baktı. Sırıttı. Başını salladı.
— Aynen öyle. İstemiyorsun. Görmemeyi tercih ediyorsun. Çünkü senin için daha kolay. Çünkü şımarıksın. Çünkü dünya farklı bir yer olursa, onu çizemeyeceğinden korkuyorsun.
Sözler bir bıçak gibi değil, bir senfoninin kırık notası gibi kesiyordu. Parmakları hafifçe kasıldı ama yüzü ifadesizdi. «Haksızsın,» demek istiyordu. Ama anlıyordu: Haksız olmak istiyordu. Zırhını korumak için öfkeyi seçiyordu.
Derin bir nefes aldı. Çok sert değil, sadece boğulmamak için.
«Beni sevmekte zorlanıyorsan, Raoul,» dedi sessizce, neredeyse fısıldayarak, «git. Beni kötü olduğuma ikna etmene gerek yok.
Uzun süre sessiz kaldı. Sonra ayağa kalktı. Bakışlarını kaçırmadan. Kapıyı çarpmadan. Sadece ayağa kalktı, paltosunu giydi, sanki bir geçit törenindeymiş gibi masaya birkaç bozuk para bıraktı ve çıktı.
Kapı boğuk bir sesle kapandı. Yankısı avuçlarında kaldı.
Arkasını dönmeden, hatta öylesine bir «özür dilerim» ya da «sağlıcakla kal» bile demeden gittiğinde, ne komşu masalardaki seslerin uğultusu, ne bir kaşığın porselen fincana çarpmasının sesi, ne de köşedeki gramofondan gelen caz müziğiyle bastırılamayan bir sessizlik çöktü kafeye; gramofonda caz müziği çalıyordu ama klişeydi, sanki günün bütün havası bir çember halinde çalınmış da şimdi sessizce sönüp gidiyor, nasıl keseceğini bilemiyordu.
Eloise, o kısa ama belirleyici anda soğuyup eski tesellinin kokusuyla acı bir sıvıya dönüşen çayına dokunmadan masada oturmaya devam etti. Pencereden dışarı bakmadı. Hiçbir yere bakmadı. Gözleri donuklaşmış gibiydi; görmedikleri için değil, bakmanın bir anlamı olmadığı için.
Raul’un, bir doktorun teşhis koyması gibi, kimseyi incitmek istemeden ama iyileşmeyi de ummadan, rahat bir şekilde, öfkelenmeden söylediği bu cümle, duyguları parçalamadı. Yapıyı parçaladı.«Suluboyalarda yaşıyorsun, hayatta değil» — sadece bir sitem değildi. Varoluş biçiminin ta kendisini reddetmekti. Düşünme biçimini, hissetme biçimini, başkaları bağırırken sessiz kalmayı seçme biçimini, dünyanın karmaşasında kaybolmamak için kafasında silüetler çizme biçimini.
Ve eğer ona fiziksel olarak, sertçe, tokatla vursaydı, daha kolay olurdu. Daha anlaşılır olurdu. Böyle bir harekette kesinlik var. Ama vurmadı. Sadece söyledi. Ve bunu yaparken, onu kendisi olma hakkından mahrum etti.
Ayağa kalktığında dünya çoktan farklıydı. Her şey değiştiği için değil. İçindeki bir şey koptuğu için: O ana kadar her şey ince, neredeyse görünmez bir köprüyle birbirine bağlıydı — anılar, alışkanlıklar, çocukluğun ortak sokakları, eski mektuplar, fotoğraflar, kokular — ve şimdi o köprü kaybolmuştu. Geriye sadece kıyılar kalmıştı. O da onlardan birindeydi.
Dışarısı hızla karardı. Ekim Paris’i akşam saatlerinde özellikle güzel, özellikle de acımasızdı — içindeki her şey ısınmak için değil, gösteri yapmak için parlıyordu sanki. Sokak lambalarının ışığı su birikintilerine dağılmış, vitrinlerde yüzler yansıyordu; birbirlerine değil, sadece kendi yansımalarına bakıyorlardı. Gri paltolu erkekler gazetelerini koltuk altlarına sıkıştırmış, kadınlar yakalarına tutunarak aceleyle caddeyi geçiyor, çocuklar uzaktan gülüyordu, ama kahkahalar gergindi — sonbahar soğuğundan, geç saatlerden, bilinçsiz ama içlerine işlemiş yalnızlıktan.
Eloise amaçsızca yürüyordu. Önce sadece ayakta durmamak için. Sonra, düşünmemek için. Ve sonra, çünkü bacakları her zamanki rotasından kurtulup kendi yolunu seçmeye başlamıştı. Eldivenli parmakları hafifçe titriyordu, ama üşümüyordu. Sadece kanı istediğinden daha hızlı akıyor ve her kalp atışı şakaklarında, omuzlarında, karnında yankılanıyordu. Sakinleşmeye çalışmıyordu. Tam tersine, uzun zamandır ilk kez, haftalardır biriken her şeyi hissetmesine izin verdi: yorgunluk, kaygı, sohbette, Raoul’un bakışlarında, dünya hakkındaki düşüncelerinde bir yabancılaşma hissi.
Sanki aralarındaki yakınlık çoktan sona ermiş gibiydi. Ama şimdi bu his şekillenmişti. Kesin, keskin. Raoul — öylece gitmemişti. Onu hayatından çıkarmıştı, tıpkı birinin cebinden mendil çıkarıp bir daha asla geri koymaması gibi.
Kendini Montparnasse Bulvarı’nda buldu, oraya nasıl geldiğini hatırlamıyordu. Tramvaylar şıngırdadı, yoldan geçenler geride koku izleri bırakarak geçti: sıcak ekmek, tütün, soğuk parfüm. Rüzgâr daha da öfkelendi, yaklaşan kışı hatırlattı. Gökyüzü, birinin fazla sulandırdığı suluboyalar gibi gri-mor tonlarda dalgalanıyordu ve şimdi kağıt yırtılmaya başlamıştı.
İstasyon girişinin yakınındaki köşede, poster siyah beyaz bir fotoğraftaki parlak bir nokta gibi göze çarpıyordu. Durdu. Baktığı için değil, tabelanın yanından geçilemeyecek kadar yüksek sesli olması nedeniyle.
Art Deco tarzında yapılmış, yaldızlı çerçeveli ve ince, süslü çizgilerle bezeli büyük levhada, pencerelerinden sıcak bir ışık sızan koyu mavi bir araba tasvir ediliyordu. Arka planda Doğu’nun siluetleri vardı: kubbeler, minareler, piramit şeklindeki selvi ağaçları, dağ hatları. Yazıt şöyleydi:
DOĞU TRENİ
PARİS’TEN BAKÜ'YE — YOLCULUK YENİDEN DOĞUYOR
— Orient Ekspresi yeniden yola çıktı.
Hareket tarihi yarın. Sabah 9:40.
Gözleri İstanbul kelimesine takıldı. Coğrafi bir nokta gibi gelmiyordu kulağa. Bir referans noktası gibi geliyordu. Henüz gerçekleşmemiş ama çoktan bekleyen bir şey gibi.
Posterin önünde bir, belki iki dakika durdu. Biri yanından geçti. Biri güldü. Biri ona baktı ve arkasını döndü. Eldivenli elleri güçsüzleşene kadar orada öylece durdu. Göğsünü tuhaf bir hafiflik kapladı; coşku değil, çılgınlık değil; sadece berraklık, sanki aniden ışıkla dolmuş bir oda gibi.
Kasaya yaklaştı. Sesinde sakinlik vardı.
— Tek bilet. Doğu Ekspresi’nde. Son durak İstanbul.
Kasiyer, hiç şaşırmadan, bir daha bakmadan fişi deldi. Parmak izi bırakmaktan korkuyormuş gibi, iki parmağıyla aldı.
Ne aradığını bilmiyordu. Ama daha fazla kalamayacağını biliyordu.
Eloise, ayrılacağı sabah, karla kaplı bir pencere kadar yoğun bir sessizliğe uyandı. Sanki odadaki hava, henüz başlamamış bir günün nefesini içinde tutuyormuş gibi, keskin değil, yoğun bir sessizlikti bu. Dışarıda, gri gökyüzü şehrin üzerinde dümdüz bir battaniye gibi asılıydı ve çatılardan nem damlıyordu. Daire, kömür, eski odun ve geceleri rüyalarını emen keten çarşafların kokusuyla doluydu. Kumaş kadar yoğun bir hava, sanki o sabah anlam ifade eden tek sesmiş gibi, adımlarını takip ederek yavaşça hareket ediyordu.
Hemen, tereddüt etmeden ayağa kalktı, uzanıp düşünmekten kendini alamadı. Oda onu, zeminin serinliği, perdenin altından gelen loş ışık ve taş levhalardan usulca akan suyun olduğu avlu manzarasıyla karşıladı. Köşede, koltuğun üzerinde katlanmış bir battaniye, yanında da henüz okumayı bitirmediği bir kitap duruyordu. Onu almadı. Sayfalar onu çağırmıyordu.
Çekmeceli dolapta, özenle katlanmış mendil ve eldivenlerin arasında, ince yaldızlı bir çerçeveye yerleştirilmiş, ortasında bir zümrüt bulunan oval bir broş duruyordu. Broş annesine aitti ve şimdi, Eloise onu eline aldığında, metali beklenenden daha sıcaktı. Taş dışa değil, içe dönüktü.
Broşu çantasının cebine, çoktan parlaklığını yitirmiş aynanın çaprazına koydu. Orada bir de parfüm şişesi vardı. Guerlain Shalimar, çiçek değil, zaman kokanlardan. Kokuları ona hep tiyatroyu hatırlatırdı: koyu kanatlar, ağır kadife perdeler, arkasından fısıltılar.
Albüm bir çekmecedeydi. Aniden çekip çıkarmadı. Kağıt parmaklarının altında canlı gibiydi. Kapağı pürüzlü, kabartmalı ve hafifçe solmuştu. Sayfada fırça darbeleri vardı: mavi, koyu kahverengi, mor — dilde adı olmayan, sadece kulakta ve hafızada yer eden tonlar. Parmaklarını sayfalardan birinin üzerinde gezdirdi. Çizgi boyunca değil, yanındaki beyaz alanın üzerinde. Çizimdeki boşluk, tasvir edilenden daha fazla anlam taşıyordu.
Albüm, bir günlüğün kapağı, bir fok gibi, giysilerinin üzerinde duruyordu. Biliyordu: Bu bir şey değil. Bu bir orkestra şefi.
Bavul eski, deriydi ve bakır perçinliydi. Toz ve tütün kokuyordu. Küflü değil, geçmiş zamanın kokusuydu. Her şeyi rahatlıkla sığdırabiliyordu: bir elbise, birkaç parça iç çamaşırı, bir kazak, eldivenler, bir defter, annesinden bir mektup, birkaç atkı, püsküllü bir şal. Eşyalarını önem sırasına göre değil, anlam sırasına göre yerleştiriyordu. Önce tenine en yakın olanı. Sonra, kalbine en yakın olanı.
Her zamanki gibi mutfakta bir fincan vardı. Kendine sert, şekersiz bir kahve koydu. Pencerenin yanında durup sokağa bakmadan, şehri kulak kabartarak yavaşça içti. Paris isteksizce, donuk bir şekilde uyanıyordu. Caddeden bir araba geçiyordu. Bir yerlerde bir kaşık porselene çarpıyordu. Şehir, onun gittiğini bilmiyordu. Ve haklıydı da. Gidiş sessiz olmalıydı.
Acele etmeden paltosunu giydi. Çocukluğunda, annesinin çenesini kasım rüzgarından saklamayı öğrettiği gibi, atkısını iki kez sardı. En son eldivenlerini giydi. Parmakları, sanki nereye gideceklerini biliyormuş gibi, kolayca içine giriyordu.
Ayrılırken, kapı arkasından sessizce kapandı. Kilit, bir tablonun ince çerçevesi gibi tıkırdadı: bir sınır değil, bir tamamlanma.
Sokak, evlerin dış hatlarının gündüz olduğundan daha sert göründüğü o sabah alacakaranlığındaydı ve şehir tarafından henüz ısıtılmamış hava, yüzünü temiz ve soğuk bir şekilde kesiyordu. Eloise, nefesini dengede tutarak, arkasına bakmadan ve geceden beri tek bir kelimeye bile dönüşmemiş iç diyaloğunu kesmeden yavaşça yürüyordu. Paris ona bakmıyordu. Kendiyle meşguldü: Arabalar, gazeteler, vitrinler, fırınların vitrinlerindeki ilk ışıklar. Sokaklarda kokular uçuşuyordu: yanık kömür, ısıtılmış süt, ıslak deri.
Masséna Bulvarı’nda insanlar çoktan acele etmeye başlamıştı: meyve kasalarıyla satıcılar, gazete sepetleriyle oğlanlar, şallara sarınmış kadınlar. Her şey, bir orkestranın performansa hazırlanmasına benziyordu — henüz müzik değildi ama çoktan nefes almaya başlamıştı. Sokak aralarında, duvarlarda yeni grafitiler göze çarpıyordu: politik, öfkeli ve aceleyle yazılmış. Bir vitrin camına, biri bir önceki akşam parmağıyla «espoir» yazmıştı. Umut. El yazısı çocuksuydu ama harfler kendinden emindi.
Montparnasse istasyonuna dönerken, bir sokak müzisyeni akordeon çalıyordu. Binaların arasındaki boşlukta, rüzgârdan korunaklı bir şekilde duruyordu ve halk için değil, çalmaması imkânsız olduğu için çalıyordu. Melodi tuhaftı; ne neşeli ne de hüzünlü, doğuya özgü bir ıstırap ve Avrupa sabrıyla. Eloise bir an durup dinledi. Melodi tanıdık geliyordu, hatırlanması imkânsız ama tekrar duyduğunuzda tanıyabileceğiniz çocukluk düşleri gibi.
İstasyon ona bir sınır gibi görünüyordu; sadece bir bina değil, aynı zamanda bir hayatla diğeri arasında bir duraklama noktası. İstasyonun cephesi sabah sisiyle nemliydi. Taşlar karanlıktı, pencereler loş bir ışıkla aydınlatılmıştı, tıpkı yaşlı bir adamın gözleri gibi. İçerisi demir, kağıt ve buhar kokuyordu. Tavandan sesler yankılanıyordu: ayak sesleri, öksürükler, uzaktaki raylarda tekerleklerin takırtıları.
Bekleme odasına girdi. Kubbenin altında loş bir ışık vardı. Bavullu, çocuklu, gazeteli insanlar. Biri bankta uyuyor, biri hamalla tartışıyordu. Köşede kahve satıyorlardı — sert, ekşi, karanfil kokulu. Eloise bir fincan aldı. Bardak parmaklarını yaktı. Kahve acıydı, sözsüz bir sabah gibiydi.
Posterin yanında bir adam duruyordu, elinde bir gazeteyle. Sanki nadir bir şeymiş gibi bakıyordu. Poster aynıydı: Orient Ekspresi, Paris — İstanbul. Altın gibi parıldayan hatlar. Tren, bir vaat gibi.
Üç numaralı peronda bir vagon vardı. Koyu maviydi, kapılarında bronz perçinler ve oyma pirinç kulplar vardı. Pencereler hafif perdelerle örtülüydü. İçeriden yumuşak, neredeyse tiyatrovari bir ışık süzülüyordu. Kör etmiyor, aksine cezbediyordu.
Siyah şapkalı kondüktör sessizce başını salladı. Bileti hafifçe başını sallayarak aldı; sanki bilet bir tren bileti değil de bir şifrenin parçasıymış gibi. Rehberlik. Derin. Önceden belirlenmiş.
Trenin merdivenlerine adımını attığında, sessizliğin giderek yoğunlaştığını hissetti. Dışarıdaki dünya, başınız suyun altındayken denizin uğultusu gibi geri çekildi.
Kompartıman küçük ama ferahtı. Koltukların döşemesi bordo ve çiçek desenliydi. Rafta kristal bir su sürahisi, bir bardak ve bir yatak örtüsü vardı. Pencere hafifçe açıktı ve sabah havası içeri esiyordu. İçerisi nemli ve canlıydı. Camdan istasyon ışıklarını, arabalı işçileri ve lokomotiften yükselen buharı görebiliyordu.
Eldivenlerini, atkısını ve paltosunu çıkardı. Koltuğun üzerine düzgünce serdi. Bavulu köşeye koydu. Albümü kucağına koydu. Bakmadan açtı. Sayfa bir pencere çizimiyle açıldı. Sadece bir pencere. Manzara yok. Yorum yok. Çerçeve. Mekân.
Kenar boşluklarında şu yazı vardı:
Kelimelerle ifade edilemeyen her şey yola koyularak başlayabilir.
Tren aniden hareket etti. Tekerlekler gıcırdadı. Camlar sallandı. Mekân bir sahne dekoru gibi sallandı. Pencereden dışarı bakmıyordu. Avuçlarına, parmaklarının kıvrımlarına, kirpiklerinin sayfadaki gölgesine bakıyordu.
Gitti. Ondan değil. Kendinden de değil. Hayatın söylenmeden geçilemeyeceği bir yere.
Bölüm 3. Orient Ekspresi. Avrupa’dan Geçen Yol
Orient Ekspresi en başından beri sadece hareket etmedi, sanki bir tren değil, dünyalar arasında bir boşlukmuş gibi süzüldü. Altın çizgili koyu maviye boyanmış gövdesi, sabah ışığında on yıllar boyunca cilalanmış vernikli ahşap gibi parlıyordu. Kapılardaki pirinç kulplar, antika bir kutudaki değerli metal gibi parlak olmasa da, belli belirsiz parlıyordu. Her kapının üzerinde, altın harflerle yazılmış oval bir tabela vardı: «Vagonlar-Lits», «Orient-Express"Bu yazıtlar bağırmıyordu, değerlerini biliyorlardı.
Trenin içi bir müze, bir tiyatro ve canlı bir organizmaydı. Doğu desenli halılarla kaplı koridorlar ayaklarınızın altında yükseliyordu. Işık yumuşaktı: İpek abajurlu lambalar, bir kitabın sayfalarına vuran akşam güneşi gibi, gözü okşayan kehribar rengi bir ışıltı yayıyordu. Duvar panelleri tik ve ceviz ağacından kakmalarla kaplanmış, ayna parlaklığında cilalanmıştı. Bronz ve cam desenler, yüzleri değil, bir dönemi yansıtan aynaları çerçeveliyordu.
Her kompartıman küçük bir salon gibiydi: Şarap rengi kadife döşemeli koltuklar; üzerinde bir dizi mektup bulunan küçük bir masa; Fransızca, İngilizce ve Almanca kitaplarla dolu bir raf. Pencereler yüksekti ve kalın perdeler, yürek sessizliği talep ettiğinde tek bir hareketle çekilebiliyordu. Duvarda bronz bir çağrı düğmesi vardı. Eloise düğmeye bastığında, kondüktör geldi — koyu renkli bir üniforma, altın bir şerit ve nazik gözlerle. Kondüktör, ona bir yolcuya değil, bir misafire eğilir gibi eğildi. Biliyordu: Bu tren ulaşımdan çok daha fazlasıydı. Raylarda yenilenen bir tarihti.
Trendeki sesler gürültü değildi. Ritmin müziğiydi. Tekerlekler çarpmıyordu, metronom gibi şarkı söylüyorlardı: ta-da, ta-da, ta-da… Kapının vuruşu saldırgan değil, derin bir hipnotize ediciydi. Bu seslerin sonu yoktu. Sadece yol. Sadece ileri doğru hareket. Kapılar neredeyse sessizce açıldı. Metal, metal üzerinde ağırbaşlılıkla kaydı. Yemekli vagondaki kahve fincanları, ahenkli bir şekilde, yumuşak bir şekilde şıngırdadı.
Eloise kompartımanından çıkıp vagonda yürürken, bu canlı organizmanın nasıl düzenlendiğini gördü. Koltuklarda oturanlar kitap okuyor, içki içiyor, pencereden dışarı bakıyorlardı. Birinin elinde bir Goethe cildi, bir diğerinin elinde siyasi manşetler içeren bir gazete vardı. Ama herkesin yüzünde tek bir ifade vardı: acele yok. Bu tren sadece yolcu taşımıyordu. Dikkat, düşünceler, bir parça anı taşıyordu.
Pencerenin dışındaki manzaralar, bir film şeridi gibi aralıksız akıp gidiyordu: Dumanı tüten şömineli ovalar, sisli nehirler, kara ormanlar, çan kuleli köyler, yol kenarlarında kazlar, tarlalarda yalnız insanlar, yangınlar. Bazen — toprağa gömülmüş eski duvar parçaları, bir başkasının mektubundaki unutulmuş kelimeler gibi. Bazen — trenin yavaşça geçtiği, yolculara düşmekle uçmak arasında denge sanatının yattığını hatırlatan viyadükler.
Eloise pencerenin yanında oturmuş, renkleri, şekilleri ve dokuları inceliyordu. Aşağıdaki nehir, henüz mavi olmaya karar vermemiş bir gökyüzünü yansıtan cıva gibi parıldıyordu. Ağaçlar, bir Degas taslağındaki figürler gibi kıvrılıyordu. İstasyonlar, kimsenin bitirmediği bir sohbetteki cümleler gibi belirip kayboluyordu.
Orient Ekspresi acele etmiyordu. Vakur bir şekilde yürüyordu. Her durağı bir zorunluluk değil, bir selamdı. Her hareketi bir ulaşım aracı değil, bir jestti. Acele etmeyen zamandan örülmüştü, çünkü önemli olan her şeyin içeride gerçekleştiğini biliyordu.
Sabah, uzun zamandır ilk gerçek uykusunun ardından Eloise paltosunu giyip koridora çıktı. Ayakları halıya değiyordu, sanki bir anı galerisinde yürüyormuş gibiydi. Hava mis gibi kokularla doluydu: Bir yerlerde ekmek pişiyordu, biri az önce bir tütün kutusu açmıştı. Restoranın açık kapısından porselen sesleri geliyordu, çınlayan ama kaba olmayan bir ses. İnsanlar kahve içiyor, önemsiz şeyler konuşuyorlardı; sanki tren bir kıtadan geçmiyor, kendi kapalı, sessiz hayatını yaşıyordu.
Bakışları, elinde gazete tutan yaşlı bir adamın ellerine takıldı. Adam, tek kaşını kaldırarak manşeti okudu. Başka bir sandalyede, bir kadın günlüğüne bir şeyler yazıyordu. Her birinin yüzünde acele etmek istemeyen birinin yüz ifadesi vardı. Tren, yavaş olmanıza, derinleşmenize, kendiniz olmanıza izin veriyordu — hiçbir açıklama yapmadan.
Eloise kompartımana dönüp pencereyi açtı. Serin bir rüzgâr saçlarını savurdu. Pencerenin dışında dağlar vardı. Ufukta donmuş bir denizin dalgaları gibi yükseliyorlardı. Yamaçları koyu sarı ve kızıl yapraklarla kaplıydı. Güneş yamaçlara dokunuyor, gölgeler ağırbaşlılıkla yere düşüyordu. Nehir, tepelerin arasından kumaşa işlenmiş mavi bir iplik gibi kıvrılıyordu.
Eloise, güzel manzaralara baktıktan sonra onları hatırlamak, yakalamak istiyordu. Albümü çıkardı, temiz bir sayfa açtı, parmağını yüzeyde gezdirdi, kağıdın pürüzsüzlüğünü hissetti. Bir kalem aldı, nefesini tuttu. Çizgi kendinden emin bir şekilde ilerliyordu; bir tepenin hafif bir kavisi, suda bir yansıma, bir ağacın silüeti. Kopyalamadı, bir duyguyu aktardı. El, ne yaptığını biliyormuş gibi sakin ve titiz bir şekilde hareket ediyordu. Bu sayfa coğrafyayı değil, bir duyguyu saklıyordu: huzur, mesafe, yolda sessiz bir mutluluk.
Eloise anlamıştı: Her eskiz bir çizim değil, bir tanıklıktı. Çizgiler ve gölgelerle anlatılan kişisel yol günlüğü. Tren hareket etmeye devam etti ve albümde, toprağın nefesi gibi yeni çizgiler belirdi.
İçinde bulunduğu kompartıman uzun süre boş kalmadı. İçeri ilk giren uzun boylu, antrasit rengi bir palto giymiş, kürk yakalı ve sert, düşünceli yüzlü bir kadındı. Gözleri kışı yansıtıyordu; mevsimden değil, yaşadığı olaylardan. Adamı yüksek sesle selamlamadı ama bakışları sıcaktı. Ağır, deri astarlı çantasını rafa koydu ve Eloise’in karşısına oturdu. Bir süre sessiz kaldılar.
«Natalya İvanovna,» dedi kadın, sanki zorunluluktan değil de saygıdan kendini tanıtıyormuş gibi. «St. Petersburg’dan. Ya da günümüzde dedikleri gibi, Paris’ten.»
Şehrin adını acı dolu bir tonla söyledi. Eloise adını söyledi ve mesafenin değerini bilen gezginler gibi birbirlerine başlarını salladılar.
İçeri giren sırada, bakır rengi tenli, gür bıyıklı ve etrafı bir dua gibi saran oryantal baharat kokusuna sahip kısa boylu bir adam vardı. İşlemeli bir yelek ve parmağında kehribar bir yüzük vardı. Jestleri ticari bir ustalık gerektiriyordu, ancak yüzü yumuşak ve içten bir nezaketle doluydu.
«Mustafa,» dedi hafifçe eğilerek. «İstanbul. Eşyalar — baharatlar, kumaşlar, biraz kahve. İnsanlar — en önemlisi. Onlarla her zaman ilginç oluyor.»
Yola alışkın bir adamın rahatlığıyla yerleşti. Çantasından teneke bir kutu çıkarıp açtı ve tarçın, kakule ve karanfil kokusu bölmeyi doldurdu. Sözsüz, öyle cömert bir hareketle ikramlarda bulundu ki, reddetmek hakaret olurdu.
İçeri giren üçüncü kişi koyu renk üniformalı bir adamdı. Uzun boylu, sessiz, çelik rengi gözleri ve askeri eğitim aldığını gösteren elleri vardı. Bavulunu yere bıraktı, köşeye oturdu ve pencereden dışarı baktı. Adını vermedi. İkisi de sormadı.
Kompartımandaki zaman yavaşladı. Farklı diller, farklı kaderler ama ortak bir sessizlik. Orient Ekspresi yoluna devam etti ve kalbinde artık sıradan yolcular olmayanlar vardı. Bu kompartımandaki herkes bagajdan fazlasını taşıyordu. Herkes henüz sona ermemiş bir yüzyılın parçası.
Mustafa cebinden küçük bir kese çıkarıp ipi çözdü ve sanki bir sihirbazın avuçlarından dökülen taneler gibi, yemek için değil, sohbet için taneler döküldü. Her biri hakkında konuşmaya başladı: «Bu yeşil anason. Bu sumak. Ve bu da güneşte kurutulmuş Kafkas kişnişi. İşte kimyon — Asya’da buna altın tozu derler.» Sanki baharatları değil de arkadaşlarını tanıtıyormuş gibi saygıyla konuştu.
Natalya İvanovna dinledi ama gözleri başka yerdeydi. Çantasından bir atkı çıkardı, bir ikona açar gibi açtı ve içinde eski bir madalyon vardı. Sanki ısıtıyormuş gibi avucunda tuttu. Sonra konuştu:
— St. Petersburg’da, setin üzerinde bir şarkı vardı. Bir dadı bana, bir kıza söylemişti. Hayatım boyunca aklımda kalacaktı. İzin verir misiniz? — dedi ve herkese baktı.
Şarkı söylemeye başladı. Sesi alçak, derin ve süslemesizdi. Bozkırları, huş ağaçlarını ve kader havzalarını hissedebileceğiniz sade, uzun bir melodiydi. Kompartımandaki sessizlik gerginlikten değil, gerçeğin tınısından kaynaklanıyordu.
Şarkı bittiğinde Mustafa elini göğsüne koydu. Subay başını çevirmeden sessizce şöyle dedi:
— Babam bu şarkıyı söylerdi. Yaş yakınlarında.
Ve tam o anda, yan arabadan gelen bir ses Eloise’e ulaştı — metal ve kumaştan geçiyormuş gibi zar zor duyulabilen, ama açıkça müzikal bir melodi. Melodisi Avrupa melodisine benzemiyordu. Modülasyonlar, neredeyse oryantal tonlamalar içeriyordu. Enstrümanı tanıyamıyordu ama ses, bilmediği bir dilin nefesi gibi göğsüne işledi.
Eloise nefesini tuttu. Müzik bir rüya gibiydi: başlangıcı, sözü, sonu yoktu. Sesin nereden geldiğini bilmiyordu, sanki sessizliğin derinliklerinden geliyordu. Yine de eli çoktan albüme uzanmıştı. Albümü açıp yazmaya başladı; kelimelerle değil, notalarla, sanki kulaktan gölgeleri yakalıyormuş gibi. Kafasındaki düşünce bir akor gibi netti: «Bu melodiyi bir gün kağıda dökeceğim.»
Bölüm 4. Kader Durağı
Tren, sanki bu şehre fazla emin adımlarla girmek istemiyormuş gibi yavaşladı. Gururlu, asil, ovaların ve ufukların akıcı ritmine alışkın Doğu Ekspresi, İstanbul’a temkinle yaklaşıyordu. Şehre, bir tapınağa girer gibi girdi: Sesini alçaltarak, adımlarını yavaşlatarak. Pencerelerin dışında, uçsuz bucaksız manzaralar kayboluyor, yerini tepelere, çatılara, suyun cıva gibi parladığı koyda yansıyan minarelere bırakıyordu. Güneş cama doğrudan değil, dalgaların yansımalarından vuruyordu ve sanki gökyüzünün kendisi titreyerek, canlı bir şeye yansıyormuş gibiydi.
Şehir büyüdü ve yoğunlaştı, yaklaştı, ahşap, tuğla, kemerler, kubbeler, sokaklar, desenler — her şey Doğu’nun burada başlamadığı, olgunlaştığı hissine kapıldı. Trende hava giderek ısınıyordu. Hava değişiyordu — belirsiz ama fark edilir bir şekilde: nem belirdi, tuz, duman ve henüz görünmeyen ama hissedilen çarşı kokusu. Bu koku sokaklardan değil, şehrin derinliklerinden geliyordu — bir anı, bir hatırlatıcı gibi.
Eloise, çenesini eline dayamış pencereden dışarı bakıyordu ve içinde bir önsezi duygusunun yükseldiğini hissetti. Endişe verici değildi ama ağırdı. Bir şey olacaktı — tesadüfen değil, uzun zamandır, bir yerlerde, biri tarafından planlanmıştı.
Tren durup bronz kapılar açıldığında, İstanbul’un sesleri vagona bir dalga gibi yayıldı: bağırışlar, ayak sesleri, uzaktan gelen bir müezzinin sesi, metale çarpan çekiç sesleri, köpek havlamaları, kahkahalar. Eloise inmek üzereydi. Albümü çoktan çantasına koymuştu. Ve aniden — kompartımandan bir tıkırtı geldi.
Keskin değil, yumuşak, neredeyse tereddütlüydü; sanki misafir başkasının hikayesine girmek için erken olup olmadığından emin değilmiş gibi. Kapı hafifçe aralandı ve eşikte bir silüet belirdi. Uzun boylu, açık renk takım elbiseli, göğüs cebinde ipek bir mendil taşıyan bir adam. Saçları özenle kesilmiş, yüzü zeytin yeşiliydi ve gözlerinde bir tanıma ifadesi vardı. Sanki görüntünün kaybolacağından korkuyormuş gibi, gözünü kırpmadan bakıyordu.
«Eloise?» Adını, kelimeyi uzun zamandır hatırlayan birinin aksanıyla söyledi. «İnanamadım. Ama senmişsin.»
Yavaşça ayağa kalktı. Adamın sesi onda bir anıyı değil, derin bir kuyudaki ışık gibi, henüz kaybolmamış, sadece uykuda olan bir duyguyu uyandırdı.
«Teyfuk,» dedi. Ve gülümsedi. «Büyümüşsün.»
Kıkırdadı.
— Şaşırtıcı ama, sen değilsin.
Babasının mektuplaştığı ve uzun zaman önce, farklı modaların, farklı kaygıların hüküm sürdüğü bir dönemde Paris’e gelen bir Türk profesörün oğluydu. Teyfuk o zamanlar genç bir kızdı; utangaç ve sessiz, üzerine tam oturmayan mavi bir ceket giymiş, ürkütücü bir dobralıkla Fransızca konuşuyordu. Şimdi ise karşısında bir adam duruyordu: Kendine güvenen bir yetişkinin yürüyüşüne sahip, yüzüne saklanmadan bakabilen bir adam.
«Sadece trene bakmaya geldim. Orient Ekspresi hayalet gibi. Ama seni pencereden görünce içimde bir şey…» Duraksadı. «Sanki çocukluk yeniden mümkünmüş gibi.»
Şehre doğru yürüdüler. Sanki gerçekleşmeye karar vermiş bir rüyadaymış gibi yavaşça. Teyfuk onu menüsü olmayan ama kokusu olan bir kahvehaneye götürdü. Kahve, bir çocuğun yumruğu kadar küçük, elle boyanmış porselen fincanlarda servis ediliyordu. Yanlarındaki tepside vanilya kokulu bir kaşık duruyordu. Hava tatlı bir dumanla ağırlaşmıştı ve yakınlarda biri saz çalıyordu — yavaşça, telaşsızca, sanki müzik parmaklardan değil de topraktan geliyormuş gibi.
«Sen… sen nasıl buradasın, nasıl oldu da birdenbire İstanbul’a geldin?» diye sordu.
Eloise başını salladı.
«Bileti anlık bir kararla aldım,» dedi kupaya bakarak. «Bir kavgadan sonra… ve çok fazla sessizlikten sonra. Paris küçüldü. Sanki hiç hava kalmamış gibiydi. Nereye gittiğimi bilmiyordum. Sadece hareket etmem gerekiyordu.»
Teyfuk hafifçe başını eğdi:
— Ama sen Doğu’yu seçtin.
— Ben seçmedim. Bir çağrı gibiydi. Bir ses, bir harita değildi. Daha çok bir renk, bir koku gibiydi. Sanki biri omzuma elini koyup «İşte,» demiş gibiydi.
Kelimelerle oynamıyordu; sesinde sahte olamayacak bir dürüstlük vardı.
Teyfuk parmağını bardağın ağzında gezdirdi ve düşündü.
— Size gerçek Doğu’yu göstereyim mi? Doğu’nun Avrupa’yla birleştiği bu şehirde, kendinizi hem Paris’te hem de İstanbul’da hissedeceksiniz. Çok da uzak olmayan Bakü, rüzgarlar şehri, bayılacaksınız.
Eloise avucuna baktı. Bileğini geçen ince yara izine. Masa örtüsündeki ışık noktasına. Pencerenin dışındaki sokağın nasıl nefes aldığına. Bütün bunlar sanki daha önce görülmüş gibiydi — bir yerde değil, içeride.
— Nasıl yani? Burası Azerbaycan SSC, komünistler bizi Bakü’ye alır mı? diye şaşkınlıkla sordu.
Teyfuk gülümsedi:
— Hayallerinizdeki başkenti gerçekten ziyaret etmek istiyorsanız sorun değil, Bakü’de bir sergi olacak. Ulusal Sanat Müzesi. Flaman, İtalyan, hatta biraz da Münih’ten getiriyorlar. Arkadaşlarımdan biri küratör. Onunla gidiyorum. İsterseniz birlikte gideriz. Sıradan bir sergi olmayacak. Daha fazlası olacak.
Eloise, Teyfuk’a baktı, onu yeniden keşfetti.
«Tamam,» dedi kısa bir sessizliğin ardından. «Gideceğim. Aradığım şeyin burada başladığını hissediyorum. Tüm hayatımı ve belki de beni de değiştirecek önemli bir şey.»
Бесплатный фрагмент закончился.
Купите книгу, чтобы продолжить чтение.